Monday, December 26, 2005

ve serginin öncesi; borga kantürk, ahmet öğüt



1.BÖLÜM:

Ahmet Öğüt: Bu kez bambaşka bir vesile ile bir araya geldik. Sanırım seninle tanışalı beri 3 yıl oldu. Bu zaman zarfı içinde pek çok grup sergisinde birlikte çalıştık. Şimdi ise Vasıf Kortun’un önerisi üzerine Platform Güncel Sanat Merkezi’nde nev’i şahsına munhasır bir sergi yapmaya niyetlendik. Kendi açından tam olarak nasıl bir sergi hayal ediyorsun?

Borga Kantürk: Evet. İlk hazırlık aşamasını düşünüyorum… Bu sergi için Vasıf’la konuştuğumuz ‘Borga Kantürk ve çalışmaları’ için ‘Yeniden Bak’(*)ma süreci üzerine gitme fikriydi. İtiraf edeyim bu süreçtense kafamdaki yeni şeylere yönelik bir sunum geliştirmek onların üzerine daha da fazla düşünmek için bir ortak arayıp Vasıf’a gitmiştim. Sonuç eski ile bu başında söz ettiğim süreçle ilişkiyi mesafeyi en iyi şekilde tarif etme üzerine kaydı. (Sanırım güzel de oldu. Şimdi düşünüyorum da, geçmişi bir daha sergileyemeyeceğin ölçüde oraya serip, kaçamayacağın yeni yüzünle karşılaşmak. Evet bundan sonra erteleme şansımın hiç olmayacağını düşünüyorum.) Benim şu anki psikolojim, belki başka bir alana kayma isteği ile dolu. Şimdi içinde bulunduğum dönemin daha önceki dönemden cidden kopmaya başladığını fark ediyorum. Özellikle bu yaz gerçekleşen üç aylık Finlandiya seyahati (Helsinki Sanatçı Misafir Programı) sonrası olaya farklı bir gözle bakmaya başladım. Kendime karşı bir mesafe alma fikri üzerinden hareket etmeye doğru bir yönelim var artık. Fakat sonuç tam da nasıl olacak emin değilim. Belki bu mesafeyi koruyarak kendimi bir şekilde parantez içine alabilirim. Ama sözün özü, bu olacak sergide, Borga’nın 2001-2004 arası yaptığı işlerden oluşan bir derleme yapmayı planladık. Geri dönüş yok artık.
(*) Yeniden Bak/Look Again : Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nde Vasıf Kortun’un küratörlüğünde gerçekleşen bir serginin adı. Benim katılımcı/sanatçı olarak Vasıf Kortun’la ilk kez çalıştığım sergi. (2001)

Ahmet Öğüt: Aslında bu benim seni daha iyi anlayabilmem için iyi bir fırsat oldu. Şeyi merak ediyorum; Şimdi böyle geriye bakışlı bir şey yapmayı planlıyorsun anladığım kadarı ile. Anlaşılan sen bu son aylardaki sürecini farklı tanımlıyorsun ve kendine karşı bir müzekareye girmek istiyorsun. Peki bu külliyatı oluşturan işlerin çoğu sergilenmiş miydi? Üretip üretip bir köşeye bıraktığın işler miydi?

Borga Kantürk: Bu işler aslında öyle istifleyip durduğum, bir köşeye bıraktığım işler değildi. Daha çok, genç sanatçı tarifine uygun işler gibi, belki. Bu tarif bende Serkan’ın Dulcinea da yaptığı konuşmaya göndermeli gelişiyor. Orda ettiği laf; Genç Sanatçılıktan nasıl istifa ettim gibi bir şeydi. Sanırım doğru hatırlıyorum… O yıllar genç kalabalık kadrolu katılımların olduğu bir dizi grup sergilere katıldığımız dönemlerdi. Özellikle 2001-2003 arası bu sergilerde ikimizde fazlasıyla yer aldık. (Benim ilk İstanbul çıkışım Genç Etkinlik 3, sonrasında ikimizinde çağrıldığı Proje 4L deki ‘Plajın Altında:Kaldırım Taşları’ ve Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm bunlara örnek olsun diye isimlerini yazdığım sergiler) Sonrasında biraz da bunlardan elimizi eteğimizi çeken, işlerimizi ve bu yola baş koymuş arkadaşlarımızı (yandaşmı diyim?) provoke ve organize eden kişiler kimliğine büründük. Eskisinden daha seçici olduk. O dönemlerdeki buluş yaparak kanaldan kanala kayabilme ve kendi alanını kurabilme fikri üzerinden giden bazıları muzip, bazıları ironik olabilecek bir dizi iş vardı benim için. Sayıca fazla fakat darbesi kısa etki yaratan bir yandan da meşakkatli, büyük bir hamle meyillisi olmayan duruma veya sergi ile ilişkili yapıya bir parazit sokma üzerine gidiyordu.

Ahmet Öğüt: Daha daha geriye gitmeli o zaman. Senin boyut olarak gördüğüm en büyük yapıtın Devlet Resim Heykel Sergisi’nde ödül alan resmindi. Bir bank yapmıştın. Neyse, o resmi gördüğümde daha tanışmamıştık ama işi çok beğenmiştim. O büyük ve resimsel mevzulara muktedir resimden nasıl oldu da genç sanatçılık periyodu diye addettiğin döneme geçtin?

Borga Kantürk: Ben o işi yaptığım sıralar lisanstan yeni mezun olmuştum. Bocalamış ve değişimlere açık bir süreç yaşarken, kendimi Devlet Resim Heykel yarışmasına girmiş ve ödül almış bir şekilde buldum. Aslında garip bir hikayesi var o çalışmanın. Resimsel dil olarak ve çevredeki o bağıra bağıra gelen klişe dışavurumcu genelde soyut, büyük boyutlu tuval resimler karşısında (çalıştığım atölyede onlardan bolca üreten vardı, sanırım o yıllarda senin okulda, atölyendeki durumda benzer diye düşünüyorum.) ürettiği yalınlık olarak hala da beğeniyorum. Ama şu an inandığım şeyin ondan da koptuğunu söylemek gerek. Ve artık o dili yinelemenin o dilde üretmenin bir noktada benim için anlamsızlığını sezdim. Diğer refleks dediğin ya da ‘buluş’ ‘icat’ yakıştırması yaptığın çalışmalarım ise yaşadığım çevre ile ilgili. Ortak kullandığınız bir atölyede çok büyük yapıtlar yaptığınızda çok büyük sıkışmışlık ve kalabalık hissedersiniz. Platform Galerinin üzerinde sergilenmiş “Geçici geçen kişi” yazısı benim için bu sözünü ettiğim şeye ilişkin ayrı bir özet sunuyor. Geçici olmasına rağmen, geçici olduğunun bilincine rağmen, okullardaki atölyelerde hep daha büyük yapıtlar yapma gayreti içinde oluyor insanlar. Birden o kadar ‘büyük üret!’ insanı aynı mekana tıkışınca bir kaos ortamı oluşuyor. Kendini o kalabalıklaşan mekana ait hissedemiyorsun ve başını alıp gitmek istiyorsun bir yerlere. (En azından ben öyle hissetmiştim. Ama hala nerde olursam olayım o his beni depreştiriyor. Beklide ayakta tutuyor.) Ama başını alıp giderken de taşıyabileceğin, acil durumda kurtarabileceğin, kendi kimliğinden küçük parçalar üretme fikri, Hep buna doğru gidiyor zihnim. İşte bu çalışmalar, tamamiyle zemini geçicilikle, yer değiştirme ile veya bulunduğun yere başlı olmama isteği ile ilişkili olarak değişti bende. Seninde bir çok çalışmanda bu geçicili görüyorum. Basılabilen, elden ele dolaşabilen, çoğaltılan bir yere gidiyor bazıları. Bu biraz bizim kuşakla da ilgili olabilir. Veya Türkiye’de yaşayan genç sanatçının o alan bulamama durumuyla da ilişkili olabilir belki. Benim için mezun olduktan sonraki tutumum Akademik yapıya dair parodik bir eleştiriye döndü, sonra da kendi Akademik yapını nasıl yaratırsın fikrine döndü. Kopyalama fikri buradan çıktı. Kopyalamanın anlamsızlaşacağı şeyleri bulup kopyalamaya çalışmak. Evet bunu denemek. Bu rol olarak bende önem taşıdı. Bu role o nesneyi, belgeyi seçmekten onu elle üretmeye çalışan kişiliğe kadar hepsi bu rolün bir parçası. Akademizmi yanlış anlamış sakar, şaşkın ressam rolü belki.Ve buradan da yola çıkarak kağıt üzerine belge evrak kayıt gerçeği içerisinde yaşıyoruz ve ben de o gerçekten yola çıkarak akademik yapı içinde üretimimi yaparak, bağımsız eğitim çabasına girdim.

Ahmet Öğüt: Resim’den sonraki serüveninle öncesi arasında bana çok da keskin bir yarılma olmamış gibi geliyor. Yine o plastik anlatının içinde nesnelerle yeni bir ilişki kurdun. Onları dönüştürmeye, taklit etmeye devam ettin. Nadiren kullandığın video ve fotoğrafa yaklaşımında da bu plastik yanı kolaylıkla sezebiliyorum.

Borga Kantürk: Bilmem, şu anda geldi bu (ampul yanar!), ama benzerlik kurabiliyorum. Bir şekilde ‘kendi gezici müzeni kur’ fikri çok cazip geldi bana. Böylelikle kendi çerçevemi kendimce bir şekilde tarif edebildim. Ya da bu şekilde bir dar alan ve o dar alanı koruyarak hareket edebilen bir yapı geliştirme ihtiyacı duydum. Ve ben cidden öyle üretebildiğimde keyif alabiliyorum, mutlu olabiliyorum. Belki de önemli olan sadece bu.



2.BÖLÜM:

Borga Kantürk: Ahmet, benim senle ilk tanışmam (kaç tarihindeydi?) onbeş günlük Hannover seferimizde olmuştu. Birbiribizi tanımamız açısından çok faydalı oldu o etkinlik. 2002 yılında ‘Plajın Altında; Kaldırım Taşları’ sergisinde yaptığın bir okey taşları performansını görmüştüm. Tam bir yıl sonra da ‘Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm’ sergisinde gösterdiğin bir foto-performansı biliyorum. Bunun ötesinde seni işlerinle birlikte, üretim süreci açısından farketme fırsatını Almanya’da Hannover’de buldum. Açıkçası önceden, Uzaktan bakarken, yapıyor olduğun işlere bir mesafe ve yarı soğuk bir tutumla bakıyordum. Ama Hannover’deki süreçte işlerini ne kadar çok içselleştirmiş olduğunu gördüm. Hatta Nikki S. Phalle heykelinin yanından omuzumuzda okey takımı, sandalyeler, derme çatma bir masa ve 4 tane ıstaka ile geçmemiz bile bunu oldukça yaşamsallaştırmıştı bende. Daha da samimi hissetmeye başladım, işlerini okumaya çalışırken. Bu aşamaları izledikten sonra en son Bienal’deki işin ile karşımıza çıktın. Bienaldeki iş bu sürecin bence son ayağı olarak varlık gösterdi ve bu sefer cidden iyi işledi. Son ayaktan kastım bunun lokal bir düzlemde veya tamamiyle yerel ve sosyal bir çevreyle olan ilişkiden, daha evrensel bir şekilde okunabilecek, daha rahat okunabilecek bir katmana ulaşması. Bu haliyle de son derece güçlü bir reflekse dönüşebilecek bir yapıt olmasını önemli buluyorum. O samimiyet, güncel yaşama, geçtiğin sokağa sanatçının müdahalesi fikri üzerinden gidip de bunu Ankara’da ki yahut Diyarbakır’daki bir sokaktan Berlin’deki , Londra’daki herhangi bir sokağa çekmen bir noktada senin vizyonunun gelişimini gösteriyor. Daha da güven verici, daha da inandırıcı bir kimliğe büründürüyor. Ne diyorsun?

Ahmet Öğüt: En geriden başlayacak olursam, okey performansımın hikayesi de üniversiteye başlamadan önceki Diyarbakır’daki son zamanlarıma rastlıyor. O zamanlar bütün dünyam Diyarbakır’dan ibaretti. Batıya, Ankara’ya, İstanbul’a hiç gelmemiştim. Diyarbakır’da beni kahve kültürü üzerine düşünmeye iten şey, o zamanlar çok fazla boş zamanımızın olmasıydı. Her yerine yürüyerek gidebildiğin bir kentten bahsediyorum. Boş vakit kültürünün kol gezdiği bir kentten. Aynı caddede 20-30 tur atmanın verdiği rehaveti başka bir şeye dönüştürme çabası ve yine de bu rutinin içinde takılıp kalmak. Oradan Ankara gibi bir yere zıplayış, kent merkezinin çok uzağındaki semlerde yaşamak zorunda kalış, okula sürekli otostopla gidebilmek için tüm günümü yollarda harcamak zorunda kalış gibi bir pratiğe geçiş, hakikaten Diyarbakır’dan sonra benim için bambaşka bir deneyime dönüşmüştü. Artık tüm dünyam Ankara ve Diyarbakır’dan ibaretti. Geri Dönüşlü gidişler hali içinde olma durumu böylelikle başlamış oldu, ardından İstanbul’a gelişim de benzer bir hikayeye dönüştü. Tüm bunlara eş zamanlı olarak da üretimlerim ve vizyonum şekillenmeye başladı. Gündelik pratiği mesele etmem de bu kent maceracısı kimliğimle bağdaştı. Hannover seyahatimiz de, bir yandan ilk yurtdışına çıkışımızdı ve hatta hatırlarsan Vasıf’ın bir fikri üzerine bu ilk çıkışların ehemmiyetinden konuşmuştuk. Bir küçük Avrupa kentine gitmek ve ordan mevzuya bakmak kısmet olduğunda dünyanın kaç bucak olabileceği konusunda fikirlerim daha da netleşmeye başlamıştı. Dışardan içeri bakma fırsatı doğmuştu ve bu sonradan büyük bir deneyim olarak cisimleşti. Kendi hareket alanımı nasıl bir yerden başka yere kaydırabileceğim sorusuyla ilk kez orada karşılaşmıştım. Muhtemelen sen de ilk bu tip bir hesaplaşmaya Hannover’de başlamıştın. En nihayetinde bu yaz gittiğimiz Basel ve Helsinki’deki soğuk ülke residency’leri ile bu olayı hakkaniyeti ile pekiştirmiş olduk. Finlandiya gibi 2 milyon insanın yaşadığı bir ülkeye gidiyorsun ve bu koşullarda hergün birileri ile tanışmak üzerinden işleyen bir iş yapıyorsun. Ya da İzmir'den postalanmış işlerle açığın sergi ile kendi dünyan ile o yaz sıcaklarından mahrum ülkeyi çakıştırıyorsun. Ben de herşeye sıfırdan başlıyor olmak gerçeği ile yüzleşerek kendi metabolizmamı o derin sessizlik ülkesine konumlandırmaya çalışıyorum ve İsviçre’de hergün ancak yanından geçebildiğim müzeye mektup yazıp, olmadık bir işimi gerçekleştirme fırsatını yaratıyorum kendime. Böylesi bir karşılaşmanın beni daha başka meselelere çektiğini fark ettim. Bienal’deki işim “Başkasının Arabası”nı yaptıktan sonra, bu münferit mevzuların başka bir düzlemde okunabilecek bir pozisyona sokulabileceğini ziyadesiyle hissetmiştim. Mesela, 2003 yılında o güne kadar yaptığım işlerin büyük bir küfletini yok etmem de sonrasındaki üretimimi doğru bir düzlemdem sürdürebilmem için şart olmuştu.

Borga Kantürk: Evet cidden bize göre garip bir kent. Öyle İstanbul’daki kalabalığın gürültünün aktığı bir yer değil. Beyoğlu’na benzer bir hissi asla yaşatmıyor. İzmir bile daha gürültülü ve kalabalık geliyor ve bazen insan bağıra bağıra şarkı söylemek falan istiyor.
İşte orada Hakaniemi meydanında, bu alanı hacim olarak taksim meydanı gibi düşün, yürüyorsun fakat gördüğün seninle birlikte sadece 10 kişi ve hafta sonu ve akşamüzeri…
2001 ve 2002 yılları sanırım Vasıf’la yazışmalarımızda şöyle bir cümle geçiyordu. Benim arşivciliğim ne yazık ki çok güçlü tasniflere dayanmadığından tam doğrusunu harfi harfine hatırlayamıyorum ama aklımda yer eden cümle şöyle bir şey: ‘Avrupalı olduğunun bilinciyle üretilmiş sanat yapıtı gibi bir şeye kaymak’ idi.
Bakışının lokalleşmemesi, kendinle ilişkili olan fakat vizyonunu tamamen o Avrupalılık güzergahı üzerinden kurulabilecek, algılatabilecek veyahut da varlığını yaşadığın kent, ülke sınırlarına bağlamadan her yerde sürdürebilecek, işlerliğini koruyabilecek bir yapı. İşte asıl dert bu yapıyı ortaya koyabilecek bir sanatçı kimliği geliştirmekle ilgiliydi. Ahmet ve Borga olarak bizim o dönemlerde taşıdığımız parantez içinde ‘genç sanatçı’ kimliği ve bu bahsi geçen sözler aslında tamamen bize bir misyon yüklemiş gibi bir şey çağrıştırdı bana. Bu yukarıdaki tarife uyan güçlü sanatçı kimliğini taşıyabilecek profesyonel bir bakış açısına sahip olmak! buna katılıyor musun?

Ahmet Öğüt: Ortada kaçınılmaz birşey var. Bütün bu süreç içerisinde edinilen donanımla birlikte, büyük bir merakımız olması. Sadece kendi işleriyle ilgilenen kişiler olmak yerine sanat sevici yanımızı da sürekli besleme gereği hisseden bir yapımız var. Ve bu gibi bir dolu şey. İstanbul’a gelişim bu yüzden gerekli bir karardı, çünkü daha önce bütün dünyam Ankara ve Diyarbakır’dan ibaretken; artık ortada sınır ötesi başka bir şey vardı. İstanbul’un da ötesinde bir şey. Ama burada kastettiğim bir Avrupalı sanatçı gibi düşünüp hareket etmek değil, keza hiçbir zaman böyle düşünme gereği de hissetmedim. Bildiğim tek şey kendimi kendi öngördüğüm yere konumlandırmak için neler yapmam gerektiğini düşünmekti. Bir de kendime karşı gerekirse kılıç kalkan kuşanmayı göze almam gerektiğinin farkındaydım.
Borga Kantürk: O kategoriden o düzlemden bağımsız olarak işinin rahatça var olabilmesi. Lokal çevreye kurban edilmiş, baharat tadında, çok içleştirilmiş, ağlayan bir içsellikle dozajı kaçırılmış bir yönelimden çok, her ne kadar bu gibi durumlarda da hareket etmiş olsa bile, tek başına bunların altında ezilmeyecek bir yapıt ortaya çıkarmak. Bir sorum olacak, kimi işlerini lokal kalabileceği endişesi ile kesintiye uğrattığın oluyor mu?

Ahmet Öğüt: Genelde bu çerçeveden olaya bakmamaya çalışıyorum. Böylesi bir endişenin nedenlerini bildiğimden, endişenin kendisine baştan ket vuruyorum.

Borga Kantürk: Böyle bir şey alışkanlığa yol açmış ya da ondan kaynaklanan bir ‘Refleks’ olarak da mı yok?

Ahmet Öğüt: Evet, refleks olarak da yok, çünkü bu karın ağrısı ile derdim yok bir kere, o yüzden tedaviye de lüzum yok.

Borga Kantürk: Bir nevi farkındalıktan bahsediyorsun, peki farkında olmak kolay bir süreç mi? Kafanı çarpa çarpa mı dank etti?

Ahmet Öğüt: Elbette, hatalar yapılıyor ve bunlardan ders alınıyor. Sen ne kadar suya sabuna dokunmayacağım, şuna evet, şuna hayır diyeceğim desen de bir şekilde tökezliyorsun. An geliyor bir bakmışsın olmadık bir hata yapmışsın. Bunu bana “inşa süreci” gibi geliyor. Kendini inşa etmeye kalkışmak. Bilip bilmeden işi başa düşürmek. Düşe kalka yola devam etmek, ders almak ve en önemlisi her zaman öğrenebilmeyi sürdürmek. Bir kere baştan sezgilerimize güvenmemiz gerekiyor. Endişelerden sıyrılmak ve de Mika Hannula’nın da değimi ile kendi kendimize güle bilme yetisini kazanmamız gerekiyor.



Borga Kantürk: Benim açımdan olay hata yapma riskini kimi zaman almama, daha dikkatli yürüme üzerinde şekilleniyor. Hatta yürüdüğüm yolu iyice bilip öyle devam etme fikri üzerinden hareket ediyorum. Ya da böyle bir alışkanlığa sahibim. Bu konuda dediklerin bana daha cesaretli geliyor. Sen benim bu duruşum konusunda dışardan bir göz olarak ne düşünüyorsun?

Ahmet Öğüt: Aslında sen işin benim eksik bıraktığım tarafından da bahsettin. Hata yapmaktan kastım bunu olumlamak üzerine kurulu değil, yani sürekli aynı hatayı biteviye tekrarlamaktan bahsetmiyordum. Bir hacıyatmaz olmak değil yani. Senin kastettiğin şekliyle kontrollü olmak pozisyonu muhafaza etme kısmıyla ilgili,oysa bir adım daha ötesine uzanmaktan bahsediyorum, yani olası pozisyonumuz nedir? Öyle ya da böyle…Bir kapıyı açmaya çalışıyorken ardından bir sürü kapıyı da kapatmayı göze alman gerekiyor. İşte burada sezgiler devreye giriyor. Neydi bir lastik reklamı; “kontrolsüz güç güç değildir!”. Tam olarak öyle mi, zannetmiyorum. En azından kendimize şans tanımak namına.




Borga Kantürk: Peki bunun sınırı ne? Bir kapıyı inanarak kapatabilmek önemli bir şey. Mesela ben kendimde kapı kapatmama refleksini görüyorum. Bunu bazen hastalıklıca ama bilinçli bir şekilde yapıyorum. Her kapıyı paranoyakça bir refleksle açma gereği hissediyorum. Belki de bunu kırmam gerekiyor. Peki sen kapatma konusunda, bu olgunluğa eriştiğin noktada kendine güvenin tam mi?

Ahmet Öğüt: Kendine kendi dışından bakmak yetisini tam olarak kazandığımı söyleyemem ama her defasında buna gayret ediyorum. Belki de senin de yapman gereken bu; kendine kendi dışından bakmayı denemek? İnsanlık hali, bazen olmaya da biliyor. Bir şeyi yapabilmek için bir şeylerden de vazgeçebilmeyi öğrenmek gerekiyor.



Borga Kantürk: Mesajını da verdin günün özlü sözü olarak. Şu anda Platform’da ortak olarak yapacağımız sergiye neredeyse bir hafta kaldı ve daha biz bile henüz neyle karşılaşacağımızı pek kestiremiyoruz. Bu sergiden nasıl bir beklentin var?

Ahmet Öğüt: İşin eğlenceli kısmı da çok az zaman kalmış olmasına rağmen neticeyi tam olarak kestirememek. Bu serginin bizim açımızdan özelliği şu olabilir: Şimdiye kadar girmediğimiz bir deneysellikle işlerimizin sunumu ve yan yana gelişi konusunda ciddi mesai harcamak. Senin bir dizi işinle benim bir dizi işi yan yana düşünmek, örgütlemek, ara paslar yapabilmek. Bir yandan da böylesi bir ilişkiyi kendi işlerimiz içinde de kurabilmek. İki tane video koyup olayın içinden sıyrılmak yerine o mekanı hakkaniyeti ile kullanabilmek. İçeri giren kişinin anında hissedebileceği bir atmosfer ile mekanı bambaşka bir yermiş gibi gösterebilme. Zaten benim Platform ile kurduğum ilişki hakikaten başka bir galeri ile kurabileceğim ilişkiden çok daha münferit.

Borga Kantürk: Burak Delier’le de İzmir’deyken ‘İmkan Yaratmak’ sergisi kuruluş döneminde konuşmuştuk. Burak orda şöyle bir şeyler söylemişti; ‘Platform sizle iki kişili bir sergi yaparak aslında riskli ama yapması gerektiği şeyi yapıyor. Bizden birilerini ve cidden oldukça alan kaplayacak bir şekilde ön safhalara alınacak. İçimizden birileri görülecek ve tartışılacak. Buradaki manevranın riskli bir şey ama platformun da bu tipte bir süreci kurumun, misyonu açısından yaşaması ve yaşatmasının gerekli bir şey olduğunu savunuyordu Burak.’ Benim önemsediğim şeylerden birisi de bu, ikimiz de aynı kuşaktan insanlarız ve bu güncel sanat ortamında, bireysel ya da birlikte ortak etkinlikler içerisinde yer aldık. İşte o galeri mekanını dolduracak yoğunlukta, 2001-2005 arası sürecimiz bahis konusu. Fakat bir noktadan da, aynı düzlemde okunamayacak farklı yerlere referanslar veren işler yapıyoruz. Bu sebeple bir araya getirildiğimizde bir ikirlilik oluşturabileceğiz gibi. Belki de bu şekilde yer yer birbirini güçlendirebilecek bir tezatlığı da barındırabiliriz…

Ahmet Öğüt: Neymiş efendim, kulvarlar farklı gibi gözükse de meramımız aynı….

Borga Kantürk: Sergiyi ve tepkileri bekliyorum.


Aralık 2005, İstanbul, Büyük Londra Oteli

Saturday, December 24, 2005

ölü techizat treni_death kit train

"Ölü Techizat Treni" Platform'da şu anda sergilenen son yaptığım videonun ismi. Bu ismi 90 sonrası ortaya çıkmış, kimilerine göre "Sonic Youth da neymiş" dedirten grup "Cul de Sac"ın bir parçasının adından almıştım. Esasen cuk oturan bir isim oldu...Videoyu her izleyişimde aklıma gelen onlarca şeyden biri: Orhan Pamuk'un Beyaz Kalesi'nde bir Hoca vardı. Hoca tüm hayatı boyunca devasa bir savaş makinesinin hayalini kurmuştu. Kitabın sonunda bu "güçlü makine" uğursuzluk dedikoduları içinde savaşa düzünelerce insan tarafından itilerek götürülürken çamura saplanıyordu. Bütün o matah heybeti ile bir anda düşülebilecek en çaresiz duruma düşüveriyordu...

Thursday, December 22, 2005

bilinmeyen konuk

Dün tesadüfen sergiyi gezen İsrailli biri ile taniştim. Garip bir şekilde ismini bile sormaya cesaret edemedim. Kızıl saçlı, kızıl sakallı, orta yaşlı, saman sarısı pardesüsü ve garip aksanı ile başka diyarlardan geldiği besbelliydi. İşlerim ve Eugene Ionesco ve Absürd Tiyatro arasında kurduğu ilişki üzerine anlattıkları beni oldukça heycanlandırdı. Anlattı, anlattı ve anlattı...

En azından konuşmada gercekleşmeyen şey o an, tesadüfen orada oldu....
neyse ki...

Wednesday, December 07, 2005

Ne kadar rezil olursak o kadar iyi, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi*

Vasıf Kortun’un Çifte Sürgün’ü üzerine ; (www.resmigorus.blogspot.com)
Kortun’un bahsettiği birinci sürgün, bir anlatım biçimi olarak tarihin metinlerarasılıktan ibaret bir kurmacadan başka birşey olmadığı ile ilgili. Söz gelimi İstanbul Modern yahut Modern Türk Sergisi demenin talihsizliğinin artık her bir “insanın oğlu” farkında. Kanımca böylesi yanılgıların sebebi tamamiyle kurumsal ilişkiler ekonomisinden kaynaklanıyor. (Buna bir kurum olarak ulus’u da eklemeliyiz) Öncelikle farkına varmamız gereken şeyin tarih yazımının allahın emri bir vaka-i husumet olmadığı ve”efendim bizde de bunlar var” dendiğinde “de” eki ile faka basılmış olduğu gerçeği. Bu yanılgılar yüzünden Kortun’un dediği gibi paralellik ve hatta öncüllüklerin bile bir anlamı kalmayabiliyor. Bütün bu mecalsizliği göz önünde bulundurarak, sidik yarışına girişen uzak dünya insanın folklorik çırpınmaları ile karıştırılmaması gereken gerçek bir tutum takınmak gerekiyor. Çünkü Kortun’un söylediği gibi artık kendi kendine yetebilen bir merkez yerine, katılıma ve karşılaşmaya muhtaç bir merkez ile muhattap olmaktayız. Öyle ki çözüm olaya katıksız bir metin olarak değil, bir metinlerarasılık olarak yaklaşmak gerektiğinde yatıyor. Öte yandan merkezi tehdit eden ve bizim de işimize gelen, epeydir kontrolden çıkmış bir melezleşme süreci ile karşı karşıyayız ve bu melezleşme (all mixed up) en yaratıcı iskan politikalarına bile kafa tutabilecek güçte. Bu yüzden merkez demeye artık dilimiz varmıyor. Kortun ikinci sürgün’ün ise yerel iktidarlar tarafından uzaklaştırılma ve güçsüzleştirlmeye tabii tutulmak ile ilgili olduğunu söylüyor. Söz konusu yerel iktidarlar genelde tüm dünyayı kendi ülkesinden hatta kendi mahallesinden ibaret sanan hilkat garibelerinden oluşuyor. Tam da bu noktada esefle ve şaşkınlıkla anmak gerekirse Cey Sanat dergisinde, Ümit Gezgin adlı kişi, 9B üzerine yazdığı sözde eleştiri yazısında bu yerel iktidarlarin söylemlerine hizmet eden bir uslupla şunları yazıyor: “Devabil Kara’nın da dediği gibi; ulusal bienallerin düzenlenmesi gerekiyor. Gerçek yaratıcı sanatçıların ortak katılımı ve yaratıcılıklarıyla oluşturulmuş, seçkin ve çok boyutlu; gerçek kavramsal estetiğin, sanatın ve sanatçıların ortaya çıktığı; bütün sanat disiplinlerinin yer aldığı bir ulusal bienal.” (sayı 7/05 syf. 23)
Birilerin kafasına gök taşı düşmeden bu zihniyet ortandan kalkmayacak gibi gözüküyor....
ahmet öğüt

Monday, December 05, 2005

Pelin Tan ile 9B deki işim üzerine;


Pelin Tan: Istanbul ile ilgili olarak kamusal alana ait anlatilarin semboller ile yeniden kurgulanmis olmasi ve hatta bu kurgunun soyut (abstract) denecek bir gerceklige ulasmis olmasi hakkinda ne dusunuyorsun? Sence sokak yaşami bu kurgular altinda nasil bio-politik kontrol ile iliskisi var?

Ahmet Öğüt: Istanbul gibi bir kette yaşıyorsanız eğer, durup şöyle bir etrafınıza bakmanız yeterli olacaktır. Geri dönüşü olmayan bir kabuklaşma süreci, birbirinin içine geçmiş temsiller ve bu görsel bombardımanın çarpık politizasyonu içinde olduğunuzu rahatlıkla görebiliriz veya en nihayetinde her uyanışınızda gövdesine hiç benzemeyen bir kılıf ile örtülmüş olmanın verdiği makul şaşkınlığın bizi esir aldığını fark edebiliriz. Kolaylıkla bu şaşkınlık ile annemin evdeki kanepeleri inatla kılıflarla kaplama arzusu ve benim bunu hiçbir zaman anlayamayışım arasında bir analoji kurabiliriz. Ben hep, bu emval i metruke (sokakta duran herşey hatta sokağın kendisini kastediyorum) ile içiçe yaşıyor olmamıza rağmen nasıl oluyor da gerçekten onlara dokunmuyor oluşumuzun nedenlerini merak ediyorum. Siyasallaştırılmış gövdelerimiz tarafından gayri ihtiyari oluşturulmuş bir mesafeden bahsediyorum sanırım. Bu mesafe fiziksel bir mesafeden çok tam da dediğin gibi soyut (abstract) bir mesafe. Bu kontrol mekanizması hakikat yerine kurguyu koyuyor ve en nihayetinde biz de gördüğümüz her sarı arabayı taksi zannedip durdurmaya çalışıyoruz.

P: Kendi pratigin ile ilgili ilişkilendirdiğinde kentsel ya da sokak müdahalesi hakkinda ne dusunuyorsun?

A: Benim kentle pratiğim “kamusal alana sanatı taşıyalım, sanatı halka arz edelim” gibi bir öngörüden öte, daha çok spontan gelişen bir refleks ile ilgili. Sanırım “Somebody else’s Car \ Birilerinin Arabası” adlı çalışmam bu minvalde söz konusu refleksin doğrudan forma dönüşümü olarak okunabilir. Temelde bu çalışmada, otoparka terkedilmiş arabaları sahiplerinden habersiz fon kartonu ve bant kullanarak polis arabası ve taksiye dönüştürüyorum. Bir dizi fotoğraf ile belgelediğim bu hikayede bir de karakter, yani eylemci tasarlıyorum. Bu eylemci yaptığı müdahalenin abstract doğasını neredeyse unutturacak derecede tedirgin ve çabucak gerçekleştiriyor eylemini.
Herhangi bir kentsel müdahalenin işleyebilmesi için, zaten halihazırda varolan kurgu-kentin ötesinde görünür olabilecek bir söylem üretebilmesi ya da bu kurgu-kenti çok iyi işaret edebilmesi lazım. Bu kente gerçekten dokunabilmenin, onunla temasa geçebilmenin yolunu bulabilmek ile ilgili. Hele İstanbul gibi bir kentten bahsediyorsak yokuş yukarı çıkmanın ya da çatıdan çatıya atlayabilmenin yetmiyeceğinin farkında olmamız gerekiyor.